Performans baskısıyla karşılaşan, mobbinge uğrayan, rekabete zorlanan beyaz yakalı çalışanların sağlık sorunlarıyla ilgili haberlere geçmişe kıyasla daha sık rastlıyoruz. Bu sebeple beyaz yakalıların bir araya gelerek örgütlendiği Plaza Eylem Platformu’ndan Ebru Işıklı ile hem Plaza Eylem’i hem de kâr hırsının sağlığa zararı üzerine konuştuk.
Öncelikle Plaza Eylem Platformunun kuruluşu ile ilgili bilgi alalım.
Plaza Eylem Platformu, krizin ağır sonuçlarının yaşandığı bir dönemde ortaya çıktı. Bu dönemde ATV- Sabah grevi vardı, Akbank’ta çok sayıda çalışan işten atılmıştı. Bütün bunların ve krizin hayatı zorlaştıran taraflarının da etkisiyle, eğitimin insanın refah sağlamada en önemli ayak olduğu yönündeki inanç yıkıldı. Ayrıca önceki kuşaklarda eğitimli olmak hem mesleki itibar getiren hem de daha kurallı ilişkilerin olduğu bir iş yaşamı sağlayan bir yatırımken; bu durum günümüzde geçerliliğini yitirdi. Artık bugünün beyaz yakalısı; patronundan, yöneticisinden hiç tahmin edemeyeceği kabalıkta sözler duyabilir, on yılı planlarken kendini yarını bilemeyecek bir durumda bulabilir. Bu durum yaygınlaştı ve bundan sonra beyaz yakalılar bir araya geldiler.
10 yıldan uzun bir süredir varolan bir örgütlenmeden bahsediyoruz. Bu süreç içinde platformun geçirdiği değişimle ilgili neler söyleyebilirsiniz?
İlk başlarda “Beyaz yakalı ayağa kalk! Sen de işçisin!” gibi talimat veren bir söylemimiz vardı. Daha sonra bu söylem “Bizler de eziliyoruz.” gibi daha mağdur bir tona evrildi. Proletarya- prekarya tartışmasında prekaryaya atfedilen özellikler sahiplenildi. Prekarya daha mağdurken proletarya kendi hayatının iradesini eline alıp koşullarını değiştirebilir ya… Ancak bunu mağduriyet meselesi olmaktan çıkartıp politize etmeye çalıştık. Şimdiyse hem bireysel düzlemi reddetmeyen hem de bireysel deneyimleri politize eden ve değiştirme gücüne vurgu yapan, bu ikisinin arasındaki gerilimi yaratıcılığa ve üretkenliğe dönüştüren bir söylem geliştirdik.
Bu politize olma sürecini biraz açıklar mısınız?
Örneğin, deneyim paylaşımı atölyelerinde herkesin deneyimini paylaşabileceği güvenli bir ortam oluşturup insanların duygularını, tekil hikayelerini açığa çıkartmaya ve bunları hep birlikte bir bağlama oturtup ortaklıklarını bulmaya, sistemle olan ilişkisini kurmaya çalıştık. Yalnızken yaşadığınız zorluklar için “bu bir tek benim başıma geliyor.” diye düşünebilirsiniz. Bu duyguyu azaltmaya/ yok etmeye faydalı oluyor bu atölyeler. Diğer taraftan, politik bir araç olarak dramadan da yararlanıyoruz. Örneğin çağrı merkezi çalışanları, hemşireler hep kibar olması gereken, öfkesini her daim yutmak zorunda kalan meslek grupları. Bu durum, devamında duygunu nasıl göstereceğinle ilgili bir deformasyona dönüşebiliyor. Bu yüzden insanların dille ifade edemediğini başka yollarla dile getirmesinin bir yöntemi olarak dramaya başvuruyoruz. Temel olarak, çalışmanın yarattığı tahribatı görüp, dile getirip aynı zamanda politik talepler üretiyoruz.
Siz bir yazınızda, beyaz yakalılar arasındaki rekabetin beyaz yakalının “kendi iradesi ile girmiş olduğu bir duygu durumunda öte düzenlenmiş bir disiplin mekanizması” olduğunu yazmışsınız. Rekabet düzeninden bahsedelim.
Beyaz yakalılar sanki ortamın parıltısına düşmüşler de birbirlerini eziyorlarmış gibi bir algı var. Aslına bakarsanız öyle değil çünkü zaten rekabet etmeyi gerektiren bir düzenek kuruluyor. Hatta kurumsal, büyük firmalarda rekabet çok masum görülen ve takdir edilen bir özellik. Bunu çan eğrisi gibi düşünebiliriz. Performans sistemi sizi yapısal değişkenlerden bağımsız ve iş arkadaşlarınızla karşılaştırarak değerlendiriyor. Eskiden belli bir pozisyona çalışan alınacakken artık sadece pozisyona değil, organizasyona uygun biri olmasına da önem veriliyor. Diğer insanlarla ilişkiniz, karakter özellikleriniz, işyerindeki sosyal tasarıma uyumunuz… Hatta bu öyle ki, eskiden ahlaksızca ve ayıp diyebileceğimiz özellikler, bugün işe kabul edilmede, iyi bir çalışan olmakta geçerli, makbul özellikler haline dönüştü. Diyelim ki yöneticiye yakın olmaya çalışarak, diğerini geride bırakarak, bir bilgiyi saklayarak istenilenin daha iyisini yapıyorsunuz, makbul bir çalışansınız! Yeter ki hedefe ulaşmak için gözünüzü kararttığınızın işaretini verin.
Bu konunun üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Ahlaksız ve ayıp diyebileceğimiz özelliklerin bugünün dünyasında makul bir hal almasının toplumsal anlamda da büyük sıkıntılara evrildiğini gözlemleyebiliyoruz.
Ayıp bulacağımız birçok şey, işyerinde sorunmuş gibi gözükmüyor. Bir yöneticim vardı. “Burayı kan gölüne çevirecek bir yönetici lazım.” demişti; çalışanları zorlayacak, çatışmadan verimlilik çıkartacak bir çalışan, istenen bir şey. Diyelim ki bu şekilde çalışan bir satışçı, işini yaparken kötü bir insan olarak davranıyor ancak bunu işyerinin işleyişi içinde yaptığı için davranışını kötülük olarak görmüyor. Sonrasında bu davranışları iş dışında da sürdürmeye devam ediyor ve kötülük sıradanlaşıyor, toplumsallaşıyor. Aslında bu durum o kişinin kendisine de iyi gelmiyor, baskı yaptığı çalışana da. Baskı gören çalışan, önce kendini suçluyor. Burada performans sistemiyle daha iyi bir performansla başa çıkabileceğini düşünüyor ama bununla rahata eremeyeceğini görmek zaman alıyor. Bunu kabul etmek zor ancak bir yerdeki intihar ve beyin kanaması vakaları kötü çalışma koşullarının göstergesi. İntihar, kişinin daha zayıf olmasıyla, başka problemlerinin olmasıyla geçiştirilebilecek bir şey değil. Tekil hikayeler bize şunu gösteriyor: patron ya da yönetici insanları birbirleriyle çarpıştırmayı başarı olarak görüyor. Antidepresan kullanan birçok insanın varlığı da bu fikri güçlendiriyor.
Neler yapılabilir?
Toplumsal rehabilitasyon güçlü işçi örgütlenmeleriyle mümkün. İşyeri dışındaysa işçi örgütlerinden oluşan bir denetleme kurulu mesela. Biz mobbing çalışması yaptık; 300 kişi katıldı. Bu kişilerden 30’u “Daha anlatacaklarım var.” diyerek yeniden görüşmek istedi. Bu önemli bir durum çünkü konuyla ilgili bilgiye erişmek zor. Bunun imkanları sağlanmalı. Örneğin, Garanti Bankası’na işlem için gittiğim bir gün, çalışanların bir ölüm haberi üzerinde kendi aralarındaki konuşmasına şahit oldum. Başka bir şubedeki iş arkadaşlarını kaybettiklerini öğrendim. Başsağlığı dileyip biraz bilgi almaya çalıştım. İş şartlarıyla ilgili olduğunu söylediler. Araştırıp teyit ettik. Ertesi gün o şubenin önünde basın açıklaması yaptık. Ne yazık ki böyle tesadüflerle müdahil olunması zor bir iş; iğneyle kuyu kazılacak, mikro dedektiflikle öğrenilecek bilgiler olmaktan çıkıp, güçlü örgütlenmeler lazım. Kişilerin iş yaşamlarıyla ilgili bilgiyi rahat rahat paylaşabilecekleri ve bunun sonrasında kendilerini tehdit altında hissetmedikleri düzenlemeler lazım. Bunun için hukukun sınırlarını zorlayacak çalışmalar da yapılmalı. Fiziksel ve duygusal tahribatın kasten birini yaralamaya denk düşecek şekilde değerlendirilmesi için çalışmalar yapılabilir.
Beyaz yakalı ile mavi yakalı işçinin yan yana gelebilirliği konusunda neler söylersiniz?
Biz Soma katliamından sonra holdingin önünde forum yaptığımızda ya da Maslak metro çıkışında bildiri dağıttığımızda zorunlu bir ilişki kurmaya çalışıyoruz. Bu zorunluluktan kastettiğim şu: Beyaz yakalılar bir şeye refleks gösterdiklerinde, bu onlara dokunduğu içindir. Kendisini orta sınıfta konumlandırarak ve zor şartlarda çalışan insanlara acıdığından değildir. Beyaz yakalıların yaşadığı sömürünün farklı bir veçhesidir. Fazla mesaiye kalmak, mobbingle tazminatsız işten atılmak, böylece diğer çalışanlara da gözdağı vermek… Beyaz yakalının bir çırpıda sayabileceğimiz bu sorunları, Soma’da insanların “Hadi! Hadi!”, Afrikalı göçmenlerin “Çabuk! Çabuk!” sistemiyle çalıştırılmasıyla yakından ilişkili. Bu ilişkiyi kurabildiğimiz zaman, her türlü sömürü şeklinin sesini yükseltebildiği, birbirine yeni ses kattığı, yan yana geldiği ortak bir mücadele verebiliriz.
Yorum Yapın