İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü ve Diş Hekimliği Fakültesi’nde akademisyen olarak çalışan Dr. Nihan Aksakallı ile akademide kadın sağlık çalışanı olmayı ve diş teknisyenlerinin meslek hastalıklarını konuştuk.
Nihan Hanım, kısaca kendinizden bahseder misiniz?
1988 yılında İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nden mezun oldum. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Tümör Patolojisi Bilim Dalı’nda doktora yaptım. Doktora bittiğinden beri de aynı yerde öğretim üyesi olarak çalışmaya devam ediyorum.
Öncelikle, diş teknisyenlerinin meslek hastalıklarını sormak istiyorum. Konu diş ve meslek hastalıkları olduğunda akla ilk gelen diş teknisyenleri oluyor.
Evet öyle. Silikozis kronik bir hastalık ve ağır solunum sıkıntısına sebep oluyor. Meslek hastalıklarında etken maddelere uzun süreli maruziyet sonucu oluşan kronik hastalıkların doku ve organlarda oluşturdukları hasar nedeniyle sakatlık ya da ölümler meydana geliyor. Hastalıkların kronik bir hal alması, sakatlık oluşturması için uzun yılları gerekir.
Diş teknisyenleri bu mesleğe çok genç yaşlarda başladıkları için çok genç yaşlarda silikozis sebebiyle ölümler yaşanabiliyor. Bunun örneğini ilk olarak 2011 yılında haberlerde gördük ve 4 diş teknisyeninin silikozisten öldüğünü öğrendik. Ölen bu işçilerin yaşları 53, 43, 19 ve 24’tü. 2016 yılında 26 yaşında ve 5 yıldır silikozis tedavisi gören biri, akciğer nakli yapılması sonrasında hayatını kaybetti. 2017 yılında da bir işçinin silikozise bağlı akciğer kanserine yakalanarak öldüğünü biliyoruz. Genç yaştaki bu ölümlerin sebeplerinden biri, diş teknisyenlerinin usta-çırak ilişkisi içinde çok genç yaşlarda işe başlamaları. Elimizde bu kadar sınırlı verilerin olması ise meslek hastalıklarının kaydının tutulması konusundaki eksiklikten kaynaklanıyor.
Silikozis riskini önlemek için neler yapılmalı?
Diş protezi çalışanlarının %30’u ciddi silikozis tehdidi altında. Türk Diş Hekimleri Birliği’nin önceden yaptığı bir araştırmaya göre bu çalışanların %10’u ise silikozis hastası. Durum böyle olunca meslek hastalıklarının önlenmesine yönelik uygulamalar önem kazanıyor. Örneğin meslektaşlarımızın çalışma koşullarının çok sıkı bir şekilde denetlenmesi gerekiyor. Bu iş için gerekli koruyucu ekipman olarak özel bir maske ve eldiven öneriliyor. Havalandırmanın uygun nitelikte olması, vakum sistemi kullanılması ve düzenli olarak akciğer grafileri çekilerek yapılacak sağlık kontrollerinde sağlık durumunda bir değişiklik olup olmadığının gözlenmesi gerekiyor.
COVID-19’un meslek hastalığı olarak kabul edilmesi yönündeki tartışmalar hakkında ne söylemek istersiniz?
Meslek hastalığı olarak tanımlanmış hastalıkların çoğu, 19. ve 20. yüzyılda tanımlanmış hastalıklar. Örneğin, akciğer sorunları yaşayan maden işçileri ya da kot kumlama sırasında silikozise yakalanan tekstil işçileri… Neyse ki işçilerin mücadelesiyle kot kumlama Türkiye’de yasaklandı ama işçilerin meslekleri kaynaklı sağlık sorunları yaşaması büyük bir sorun olmaya devam ediyor.
19. ve 20 yüzyıldan bugüne gelindiğinde ise meslek hastalıklarının çeşitlendiğini görüyoruz. COVID-19 da bunlardan biri. 2020 yılında salgınla ilgili bir konuşma yapan Dünya Tabipleri Birliği Başkanı David Barbe, COVID-19’u milenyumun ilk meslek hastalığı olarak tanımladı.
Cinsiyet konusuna gelelim. Farklı kademelerde çalışan, farklı bilgi ve deneyime sahip olan kadınların ayrımcılığa uğrama konusunda dozu değişse de benzer şikâyetlerinin olduğunu görüyoruz. Bu bağlamda, akademiyi nasıl değerlendirirsiniz?
Toplumsal cinsiyet rollerinin dağılımı akademide de görülüyor. Örneğin, akademik yaşamın her basamağındaki kadın kendi kişisel yaşamında ev işlerini yaşamı paylaştığı kişi ile birlikte ortak sorumluluğu olarak görmüyor, yalnızca kendi sorumluğu olduğunu düşünebiliyor. İş bölümü, ev işi paylaşımı dahi denmiyor; paylaşılacak bir şey yok gibi… Kadın esas sorumlu olan, erkek ise yardımcı pozisyonuna yerleştiriliyor. Kadın, kendisi anlatırken “Ben çok şanslıyım, kocam bana çok yardımcı oluyor.” diyebiliyor. Böyle bir şartlanmışlıkla yaşayabiliyoruz hayatımızı.
Bu durum temel eğitimden kaynaklanıyor. Ailesi içinde eşitsiz görev dağılımını gören bir çocuk var. Okula gittiğinde ilkokul kitaplarında ev işleriyle ilgilenen bir anne ve evin dışından sorumlu bir baba resmi üzerinden aileyi öğreniyor. Tabii, bu durum sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok yerinde böyle. Yapılanmış erkek devlet, o erk-ek devletin eğitiminden çıkan erkek “paylaştığımız hayatın ortak sorumlulukları var ” diye düşünmüyor.
Başka temel meseleleri de konuşmak gerekiyor tabii. Ailenin kutsallığı (!) gibi… Kimse evlenmek ya da doğurmak zorunda değil ama bunlar hep normal olan, olması gereken gibi gösteriliyor.
Bu durumu kendi alanınız açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Akademide kadın istihdamı yüksek.. Ancak, bana kalırsa bu durum, , akademide gelirlerin daha düşük olmasıyla da ilgili. Akademide kadın sayısı yüksek diye övünülüyor ama özel hastaneler/ muayenehanelerde çalışan doktorlara göre daha kısıtlı bir geliriniz var. Bu nedenle çalışan kadın sayısı bizden batıdaki ülkelere oranla daha fazla. Bu arada şunu da belirtmekte fayda var: Benim çalıştığım alan olan patolojide de kadınların çalışma oranı %80 civarı diyebilirim Patolojide görülen akademisyen kadın yoğunluğu, üroloji de ortopedi de değişiyor çünkü o alanlar daha erkek yoğun. Bu yüzden o alanlarda çalışan bir kadına kıyasla cinsiyet kaynaklı bir ayrıma daha az maruz kalıyor olabiliriz. Bir yandan da ayrımcılık öyle bir şey ki, bir kadın tarafından da bir baskıya, ayrımcı bir üsluba maruz kalabiliyorsunuz, hiç yok diyemem.
Yorum Yapın