Mart 2009’da, bu ülkenin işçi sağlığı ve güvenliği tarihine hem bir başarının hem de buruk bir sevincin kaydı düşüldü. Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi adlı sivil inisiyatifin, arkasına önemli bir kamuoyu desteği alarak yürüttüğü kararlı mücadele sonuç vermiş ve 27 Mart’ta Sağlık Bakanlığı “öncelikle her türlü kot giysi ve kumaşlara uygulanan” kumlama işlemini yasakladığını bir genelge ile duyurmuştu. Bu sevinilecek bir başarıydı, çünkü artık salt moda tasarımcıları ve küresel markalar “eski gibi gözüken yeni kot” satacaklar diye tekstil işçileri, silikozis olmak zorunda kalmayacaktı. Silikozis spesifik tedavisi bulunmayan, etkene maruz kalım kesilse bile en iyi ihtimalle akciğerde yarattığı doku hasarı geri döndürülemeyen, en kötü ihtimalle hastalığın her şeye rağmen ilerlemeye devam ettiği ve sonunda hasta işçiyi dışarıdan solunum desteğine ve/veya ölüme götüren bir meslek hastalığıydı. Sevinç buruktu, çünkü daha o tarihte bile bu iş kolundan 1500’ün üzerinde hasta kaydedilmiş ve çoğu otuzlu yaşlarının başında 60’a yakın işçi hayatını kaybetmişti. Hastalığın ilerleyen seyri nedeniyle gelecek yıllarda daha binlerce işçinin tanı alacağından korkuluyordu. 2011’de, bu ölümcül modanın bedelini hayat kaliteleri ya da bizatihi hayatlarını kaybederek ödemiş işçilerin, gerek işgücü gerekse maddi kayıplarının kısmen karşılanması için bir de yasal düzenleme yapıldı. Yasanın yürürlüğe girmesini takip eden üç ay içinde başvuran işçilere, tartışmasız bir açıklıkla meslek hastası oldukları halde bazı özel koşullar sağlanarak “özürlü” maaşı bağlandı. Ancak bu maaşın bağlanabilmesi için yasada belirtilen süreyi, yani o üç ayı kaçırmamak gerekiyordu. Yaklaşık 1000 kadar hasta işçi ve aileleri bu yasa kapsamında düzenli bir gelire sahip oldu. Ve fakat daha sonra başvuranlar, ellerinde hastalık raporları ile açıkta kaldılar. Devlet, meslek hastalığını özür kabul ediyor, ancak başvuru süresi dolduğunda, hiçbir özür işe yaramıyordu.
Tekstilde kot kumlamanın yasaklanmasına yönelik olarak yürütülen örgütlü mücadelenin dikkat çektiği birkaç nokta var. Siyasal konjonktür de yardım ederse, sivil inisiyatifler bir takım insanların hayatlarını değiştirebilecek güçte aktörler olarak öne çıkabilir. Tehlikeli pratiklerin belli düzenlemelere/önlemlere bağlanmaları, hatta toptan yasaklanmalarının önü açılabilir. Öte yandan sermaye, ortaya çıkan her yeni duruma göre pozisyon almak için zaman kaybetmez. Bu pozisyon, bazen yeni getirilen düzenlemenin gevşetilmesi ya da yasağın kaldırılması için lobi odakları oluşturmak veya değişik rüşvet mekanizmaları işletmek olabilir, bazen fiziki konum yer değiştirebilir ve üretim hattı işçi hakları açısından daha gözenekli başka bir coğrafyaya kaydırılabilir, bazen de etkene yeni alternatifler yaratma arayışı ağır basabilir. Kot kumlama özelinde her üçü de denendi. Ulusal yasak, uzun kollu lobiler ve yaratıcı rüşvet çarklarına direnince, yerel ya da küresel kot markaları çareyi, başta Bangladeş olmak üzere, Mısır, Pakistan, Kamboçya, Vietnam gibi ülkelere yerleşmekte buldu. Artık Türkiye’de çalışan işçiler yerine, gözün gözü görmediği kasvetli “kum odalarında” Bangladeşli, Paki ya da kısaca, yasağın olmadığı ama ucuz emeğin kar iştahı kabarttığı ülkelerdeki işçilerin hayatları tükeniyor. Elbette Türkiye’de konumlanmış sermaye de boş durmuyor. Eldeki en ucuz, en hızlı, en az yatırım ve vasıflı işgücü gerektirip en fazla katma değer yaratan tekniği kaptırdı. Kayıp büyük. Bu durumda, ikinci en iyi bulunmalı. Olanlardan ve ölenlerden ders alındı mı? Elbette hayır. Öncelik elbette hala işçi sağlığı değil, tüketicinin alternatif bir teknik de kullanılsa, doğal yollardan aşınmış gibi gözüken yeni kotları almaya ikna ve hazır olması.
Kumlamanın yeri dolar mı?
Kumlamanın bir marka için saymakla bitmeyecek avantajları vardı. Öncelikle başlangıç yatırımı yok denecek düzeydeydi; denizi bol bir ülkenin denizlerinden elde edilen kum, bir kum tankı, bir kompresör, kompresörü tanka bağlayan bir hortum ve üretim kapasitesine göre işe alınacak birkaç vasıfsız işçi. Bir işçinin işi öğrenmesi günler, usta olması ayları bulan bir süreçti. Firma taşeron olarak sadece bu işi yapmıyorsa, üretimin yıkama ünitesine ek bir bina yetiyordu. Dolayısıyla ne zımpara, ne lazer, ne ozon, ne de benzeri başka yöntemler hem kolaylık, hem birim üretim hızı, hem de maliyet ve kar avantajı açısından bu teknikle baş etme şansına sahip değildi.
Kumlama ile aşındırılmış kotların tüketici için de avantajları çoktu. Bir kere ürünlerin tamamında oldukça doğal yollardan eskitilmiş bir hava vardı. “Vintage” ruhu yansıyordu. Ayrıca tüketicinin sağlığı açısından da herhangi bir riski yoktu. Son işlemde tüm ürünler yıkandığı için zaten doğal olan kumdan herhangi bir kalıntı söz konusu olmuyordu. Durum buyken, bu ürünler daha popüler oluyor, daha fazla ilgi ve talep görüyordu.
Yatırım maliyeti bu kadar düşük, zaman ve birim üretim miktarı açısından bu kadar hızlı ve üstelik kar marjı açısından bu kadar bonkör bir tekniğin yasaklanması, sermayeyi telaşla benzer alternatifler bulmaya yöneltti.
İşin, el zımparası ile de yapılması mümkündü. Ancak aynı şekilde ucuz ve yapılması vasıf gerektirmeyen bir iş tanımı olsa bile, yöntem üretim miktarı açısından kusurluydu. İşçi sağlığı açısından, uçuşan kumaş ve boya tozlarına karşı önlem alınması dışında ciddi bir risk yoktu ama kol gücüne dayalı bu üretim süreci yorucu olmanın ötesinde, birim üretim miktarı açısından doyurucu olmaktan uzaktı. Lazer tekniğinin başlangıç yatırım maliyeti yüksek ve yine birim üretim miktarı fazlasıyla kısıtlıydı. Öte yandan doğal eskitilmiş görünümünden çok yapay ya da göze batan bir yıpranmışlık yansıtıyordu kumaşa. Sonradan yapıldığı anlaşılıyordu. Nano teknoloji, enzim, tint işlemleri, ozonla ağartma gibi yöntemlerde ek işlemler, teknolojik bilgi ve beceri gerekiyordu. Üstelik yaygın da değildi bu yöntemler. Bilmeyen uygulayamazdı ve işçi dışında işi bilen mühendislere ihtiyaç vardı. Taşlama ya da bir kazanda ponza gibi doğal bir taş veya sodyum hipoklorit (NaOCl) gibi kimyasal maddelerle kot parçaların beraber yıkanması yöntemi, ürünün tüm yüzeyinde homojen bir renk açılması yarattığı, lokal uygulamalara ve yaratıcılığa yer vermediği için zaten çağın gerisinde kalmıştı. Demodeydi.
Sermaye açısından oldukça karamsar bu tablo, başka bir kimyasalın ikame olarak masaya koyulmasıyla yüzleri güldürdü. Bu kimyasal potasyum permanganattı.
Potasyum Permanganat: Bilinen bir kimyasalın, bilinmeyen tehlikeleri
Potasyum permanganat (KMnO4) aslında karşımıza yeni çıkan bir kimyasal değil. Diğer pek çok sektörde olduğu gibi tekstilde de belli işlemler için uzun zamandır kullanılıyor. Kot ağartma işlemi için fırça ya da boya tabancaları vasıtasıyla şişirme robotu üzerine geçirilmiş denim ürünün üzerine sürülen/püskürtülen kimyasal, her ne kadar kumlamadaki kadar doğal bir sonuç vermese de benzer bir açma/yıpratma işlemini gerçekleştirebiliyor. Kullanımı kolay, kimyasal görece ucuz ve işlemi yapacak işçinin vasıflı olması gerekmiyor. Dolayısıyla yine sermayenin keyifle tercih edebileceği bir alternatif. Teknik, tekstilde kumlama daha yasal ve yaygınken de kullanılırdı. Ancak kumlamanın yasaklanması ile birlikte neredeyse en popüler ağartma yöntemi olarak hızla büyük bir yaygınlık kazandı.
Potasyum permanganat ile ağartılmış kot ürünlerin tüketici açısından kumlamada olduğu kadar “masum” olmadığı da bilinen bir durumdu. Kumaş yıkandıktan sonra yüzeyinde kalan kimyasal atıklar, son kullanıcıda deri açısından irritan etki yaratabiliyor, alerjik reaksiyonlara neden olabiliyor. Yine de ciddi bir sağlık riskinden söz etmek mümkün değil.
Ancak işlemi yapan işçi açısından durum bu kadar net değil. Tekstilde kumlamanın mesleki akciğer hastalıkları açısından yarattığı trajik sorunlar ve kumlamaya ikame olarak potasyum permanganat kullanım sıklığının artması, işçi sağlığı ve güvenliği ile ilgili bilim insanlarının bu kimyasalı daha ciddi bir titizlikle mercek altına almasına neden oldu. Birkaç yıl öncesine kadar potasyum permanganatı (bazı yerlerde bilinen adıyla “beyaz macun”) püskürten işçinin ortaya çıkan kesif koku/dumandan korunmak için ağız ve burnunu örtecek; cilt reaksiyonlarını önlemek için ellerini ve gözlerini koruyacak kişisel koruyucu ekipman kullanmasının, mesleki astım, reaktif havayolu disfonksiyon sendromu (RADS), göz ve cilt reaksiyonlarını (kontakt dermatit, alerjik reaksiyonlar, akne, v.s.) önlemede yeterli olacağı düşünülürdü. Durum artık bu kadar basit değil.
Risk: nereden nereye?
Potasyum permanganat bir ağır metal tuzu, oksidatif bir ajan ve irritan etkisi uzun zamandır biliniyor. Kabul edilemez çalışma koşulları ve genç işçi ölümleriyle toplumsal hafızamıza kazındığı için kumlamanın yasaklanması için örgütlü mücadele yürütülürken, bu kimyasalın tekstildeki kullanımı göz ardı edildi. Daha masum olduğu düşünüldüğü için yeterince üzerine gidilmedi. Akademik üretim de, belli bir bölgede olası sağlık etkilerini inceleyen birkaç çalışma ile sınırlı kaldı.
Ancak içinde bulunduğumuz şu dönemde potasyum permanganat sağlık ve çevresel riskleri açısından Avrupa Birliği ülkeleri için yeniden değerlendiriliyor. Kanıtlar, 2018 yılı içinde kimyasalın tehlike sınıfının değişebileceğini ve “kansere yol açabilen (kanserojen), genetik değişikliklere neden olabilen (mutojen) ve üreme için zehirli (reprotoksik)” kategorisinde sınıflanabileceğini öngörüyor. Kısaca 2018’de Avrupa Kimyasal Ajansı’nın (European Chemical Agency) potasyum permanganatı sağlık etkileri açısından, birinci sınıf karsinojen olarak sınıflandırılması olasılığı oldukça güçlü bir olasılık. İzlenim bu yönde.
Sonuç yerine bir çağrı
Belli ki, bir süre daha kotlar yürümekle aşınmayacak. Ve şu ya da bu yöntemle aşındırılan kotlar, tekstil işçilerinin hayatlarını da aşındıracak. Tüketici ne derse o olacak, moda patronlarının iştahları durmayacak. Öyleyse geç olmadan kolları sıvamak gerek. Yapılması gereken açık. Madem kimyasal tekniği bu kadar ucuz ve yaygın, eldeki çalışmaların sayısını arttırıp, Türkiye’den de kanıtlar sunmak yeniden değerlendirme sürecini kolaylaştıracaktır. Bu amaçla işçi sağlığı ve güvenliği ile ilgili çalışmalar yapan değerli hocalarımız ve meslektaşlarımızı potasyum permanganatın güvenliğini daha fazla sorgulamaya davet ediyoruz. Çalışmaların varlığı elimizi güçlendirecek, müdahale alanımızı genişletecektir. Özellikle halk sağlığı ve göğüs hastalıkları uzmanlık, doktora ve yandal asistanları da, araştırma ve tezleri için bu konuyu bir seçenek ve imkan olarak görmelidirler. Alanda yapılan araştırmaların sonuçları Sağlık Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı ve Avrupa Kimyasal Ajansı gibi uluslararası kurumlarla paylaşılmalıdır.
Bu kimyasal nedeniyle meydana gelebilecek kalıcı hastalık ve ölümleri, kolektif bir çabayla ve geç olmadan engelleyebiliriz. Gücümüzü sesimizi çoğaltarak arttırabilir, birlikte başarabiliriz.
Kaynaklar:
Clean Clothes Campaign (2011). Breathless for Blue Jeans: Health hazards in China’s denim factories.
European Chemicals Agency (2016). Committee for Risk Assessment RAC
Opinion proposing harmonised classification and labelling at EU level of
potassium permanganate. (dahili rapor)
Tovar R, Leikin JB (2015). “Irritants & Corrosives”, Emergency Medicine Clinics, 33(1): 117-131.
Tutar N, Demir R, Büyükoğlan H, Oymak FS, Gülmez İ, Kanbay A (2011). “The prevelance of occupational asthma among denim bleachery workers in Kayseri”, Tüberküloz ve Toraks Dergisi, 59(3): 227-35.
Ural Ö (2013) “Denim Ürünler Hakkında Tüketici Bilincinin Araştırılması”, Akdeniz Sanat Dergisi, 4(8): 121-5.
Yasin Y (2011). “Taammüden Öldüren Moda: Kot Kumlama ve Silikozis”, Neoliberalizm ve Mahremiyet: Türkiye’de Beden Sağlık ve Cinsellik, C. Özbay, A. Terzioğlu, Y. Yasin (haz.), İstanbul: Metis Yayınları, 45-59.
Yorum Yapın